Osmanlı da Mabeyn-i Hümayun !
Sarayda harem dairesiyle dış dâireler arasında yer alan ve selâmlık dâiresi denilen kısım. Mâbeyn-i hümâyûn-u cenâb-ı mülûkâne adı da verilir. Hükümdarlar gündüzleri saraydan çıkmayacak olurlarsa burada ikâmet ederlerdi. Sarayın dışarısı ile her türlü muhâberât ve münâsebeti mâbeyn dairesince görülürdü.
Dört halîfe (radıyallahü anhüm) zamanında halktan bir kimse istediği zaman halîfe ile görüşebilirdi. Zamanla devlet büyüyünce, Emevîler devrinde hâcibler kullanıldı. Bunlar hükümdara halkın dilek ve isteklerini arz ederdi.
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşunda sadelik hüküm sürdüğü için, ilk pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merasime hacet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi neticesinde saray ve saray teşrifatı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kanunnâmeler çıkartıp teşrifat için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir. Bu duruma göre acele hâller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.
Pâdişâhla görüşebilmek için müracaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdasına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Han’dan itibaren silâhdarlâr aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzuruna girebilirdi.
Osmanlılarda ilk defa mâbeynci ünvânıyla me’mûr istihdamı sultan üçüncü Selim Han zamanında vâki oldu. Ondan sonra bu ünvân ile me’mûrlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyaretçiler mâbeyn dairesindeki odalarda beklerdi,
Mâbeyn vazifelileri şunlardı:
Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idare eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir tarifle Osmanlı sultânı ile hükümet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan me’murun ünvânı olup, bu vazife sahibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer me’mûrlara mâbeyn kâtibi denirdi.
Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezirler ile yüksek devlet me’mûriyetinde bulunanların yanında, Sa’îd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.
Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray me’murlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâtâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhadar, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhadar, sarıkçıbaşı, kahveci başı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.
Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.
Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve davetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray me’murudur.
Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.
Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgeneral rütbesindeki kumandanıdır. Mâbeyn müşiri: Sarayda pâdişâh maiyyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 3422) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 1243) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 3754) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-3, sh. 230
Osmanlı da Kaptan -ı Derya !...
Osmanlı Devleti bahriye (deniz kuvvetleri) teşkilâtının en büyük âmiri ve donanmanın baş kumandanına verilen ünvân. Buna Deryâ beyi veyaKaptan paşa da denirdi.
Kaptân-ı deryâ vezirlik rütbesini hâiz olup, teşrîfâtta (protokolde) vüzerâ-yı izam (büyük vezirler) arasında yer alırdı. Arz günlerinde Dîvân-ı hümâyûna gelir, derecesine göre vezirlerin yanında kubbe altında otururdu. Kaptân-ı deryanın elinde hâkimiyet alâmeti olarak sedefkârî âsâsı olup, tersanede onunla gezerdi. Bahriye ile ilgili Dîvân-ı hümâyûna gelen dâvalar kendisine havale olunur, dîvânda muayyen bir yerde oturup dâvalara bakar ve karar verirdi. Tersaneye geldiği zaman orada da dâva dinler ve dâva işi nereye âid ise oranın kâdısına buyruldu gönderir, lüzum hâsıl olursa dâvayı kâdıya da havale ederdi.
ahriye teşkilâtında büyük-küçük bütün tâyinlerden kaptân-ı derya mes’ûldü. Bâzı mühim işleri sadrâzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için, hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye vazifeli idi. Yâni pâdişâh nâmına ferman yazar, tuğra çekerdi. Derya kalemine âid tımar ve zeametlerin dağıtılması ve bahriye ile ilgili tâyinler kaptân-ı deryaya âiddi. Zeamet ve tımar kayıtlarının tashihi ile defterhânedeki esas kayıtlarda bir yanlışlığa meydan verilmemesi hususunda sadâret makamına telhis gönderirdi.
Pâdişâhın teftiş veya denize gemi inmesi münâsebetiyle, tersaneye gelişinde, sadrâzamın takdim ettiği ata binerek dolaşması sırasında, sadrâzam ve kaptân-ı deryanın sedefli âsâ ile önünde yürümeleri kânun îcâbındandı. Sadrâzamın da zaman zaman tersaneyi gezmek ve bahriye işlerini gözden geçirmek için gelişinde kaptân-ı derya iskele üzerinde karşılayıp, kendisinin taşıdığı sedef asasını sadrâzama verir, önüne düşüp, tersaneyi gezdirir ve işler hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunurdu.
Önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu olan kaptân-ı deryanın sırasıyla; kapudâne (oramiral), patrona (koramiral), riyale (tümamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kaptân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Osmanlı deniz kuvvetlerinin başı olan kaptân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Ege denizi, Marmara denizi, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi. Kaptân-ı derya bütün bu denizleri, buralara üslenmiş amiralleri vasıtasıyla idare ederdi.
Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman Cuma namazından sonra paşa kapısına gelip, Arz odasında sadrâzamla, sadrâzam seferde ise, sadâret kaymakamıyla görüşür, arzuya göre, iki haftada bir, sadâret kethüdasının odasına da uğrardı.
Kaptân-ı deryanın sefere giderken ve dönüşde, Yalı köşkünde pâdişâhın huzuruna kabulünde, Yalı köşkünün döşeme bahası olarak pâdişâh hazînesine yirmi bin kuruş para vermesi usûldendi. Kaptân-ı derya donanmayla sefere çıktığı vakit hukuk ve cezaya âid dâvaları dinler, îcâb edince hükm-i siyâseti (îdâm karârını) infaz ederdi. Donanmada bir de kâdı bulunur ve şer’î hükümleri o verirdi. Kaptân-ı deryanın maiyyetinde derya veya donanma tercümanı adıyla bir tercüman bulunurdu. Bu tercümanlar adalarla ilgili işleri yürütürlerdi.
Kaptân-ı deryaların kayıkları yedi çifte ve kadırga burunlu olmasına rağmen, öteki vezirlere âid kayıklar kanca burunlu idi. Veziriazam kayığının kıçı ise, yeşil çuha ile örtülürdü.
Kaptân-ı deryalığa tâyin edilen zât, Bâb-ı âli’ye davet olunup kendisine sadrâzam huzurunda kaptân-ı deryalığa tâyinine dâir ferman okunup, bunun arkasından kürk giydirilir ve sonra tersaneye gidip orada da merasim yapılırdı. Kaptân-ı deryaların tâyinlerinde, rütbelerine göre, top atılması ve paşa gemisi tâbir olunan gemiye bayrak çekilmesi, paşanın bindiği filikaya başlı-kıçlı bayrak asılması da usûldendi. Kaptân-ı deryaların bindiği gösterişli kadırgaya Kaptan paşa Baştardası adı verilirdi. Kaptan paşa Baştardasına târih içinde değişen renk ve biçimdeki Kaptan paşa Bayrağı denilen bayrak çekilirdi. Kaptân-ı deryaların tersanedeki İkâmetgâhlarına (Divanhâne) denilirdi. Pâdişâhlar herhangi bir suretle tersaneye geldikleri zaman bâzan burada otururlardı.
İlk zamanlar Gelibolu’da bulunan daha sonra Cezâyir’e nakledilen kaptân-ı deryalık merkezi eyâletine; kaptân-ı derya eyâleti, kaptan paşa eyâleti veya Cezâyir eyâleti denirdi. Osmanlı Devleti’nin hudutlarının genişlemesi nisbetinde genişletilen Kaptan paşa eyâleti; hâslı ve sâlyâneli (yıllıklı) olarak iki kısma ayrılmıştı. Bunlardan Gelibolu, Ağrıboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Karlıeli, Rodos, Biga ve Mezistre sancakları haslı; Sakız, Nakşe (Naksos), Mehdiye sancakları ise sâlyâneli yâni yıllıklı sancaklardı. Kaptan paşa eyâletine bağlı sancakbeylerine (Derya Beyleri) denilirdi.
Selçuklularda deniz kuvvetleri ile ilgili komutana Emîr-ül-bahr, Melik-üs-sevâhîl, Emîr-üs-sevâhil gibi adlar verilirdi. Kaptân-ı deryalık ünvânı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde derya beyi diye anıldı. İlk derya beyi olarak, Orhan Gâzi’nin cülûsunda (1324) bu görevde bulunan Kara Mürsel Bey’i göstermek mümkündür. Yıldırım Bâyezîd devrinde Sarıca Paşa, Çelebi Sultan Mehmed devrinde 1416’da vefât eden Çavlı Bey derya beyi idi. 1451’de Baltaoğlu Süleymân Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından kaptân-ı derya adıyla Osmanlı bahriyesinin başına getirildi. Bu târihten itibaren kaptân-ı derya ünvânı kullanılmaya başlandı
.1463’e kadar kaptân-ı deryaların rütbesi sancak beyi yâni tümamiral idi. Bu târihden başlayarak derya beylerbeyi (oramiral) rütbesi ile kaptân-ı derya oldular. Bununla beraber eskisi gibi, sancak beyi rütbesiyle kaptân-ı derya olanlar da oldu. Sultan İkinci Bâyezîd zamanında gerek Venedik, gerek Mısır muhârebeleri neticesinde deryâbeyliğinin vazîfe ve salâhiyetleri genişletilmeye başlandı.
Nihayet Yavuz Sultan Selim zamanında, o târihe kadar Gelibolu’da üslenen Osmanlı Bahriyesinin merkezi, 15 Mayıs 1516’da temelleri Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde atılan İstanbul tersanesine nakledildi.
Bu suretle kaptân-ı deryalık devlet merkezinde nüfuz ve te’sirini her gün biraz daha arttıran bir teşkîlât hâlini almaya başladı. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın 1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han’a tâbi olduğunu bildirmesi üzerine, Gelibolu sancak beyliği rütbesindeki kaptân-ı deryanın, rütbesinin yükseltilmesi zaruret hâlini aldı. Lütfi Paşa’nın sadâreti esnasında teşrifat (protokol) sırasında Budin eyâletinden sonra gelmek üzere Cezâyir eyâleti (Kaptan paşa eyâleti) kurularak, Anadolu beylerbeyliğinden Kocaeli, Suğla, Biga ve Rumeli beylerbeyliğinden Ağrıboz, İnebahtı, Mezistre, Karlıeli, Midilli sancakları alınarak yeni teşkil edilen eyâlete verildi. Kaptân-ı derya ünvânı, devletin deniz kuvvetlerinin amirali mukabilinde kabul edildi. O târihe kadar aynı mânâda kullanılan derya beyi ünvânı ise filo kumandanlığı derecesine indirildi.
İlk zamanlarda beylerbeyi rütbesinde ve teşrîfât derecesi Budin eyâletinden sonra gelen kaptân-ı derya, deniz zaferlerinin neticesi olarak Anadolu beylerbeyliğinden sonra gelmeye başladı. Zamanla bu da kâfi gelmeyerek vezirlik rütbesi verildi. Deniz kuvvetleri mensuplarının yükselebileceği en yüksek derece olan kaptân-ı derya, dîvân-ı hümâyûna girme hakkını elde ettikten sonra, dîvânın bir rüknü olarak ve taşıdığı rütbeye göre bir yerde oturarak, dîvân müzâkerelerine iştirak etti. Selâhiyeti dahilindeki şikâyetleri dinleyerek hükme bağladı. Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman kendisine Akdeniz’de Rodos beyi vekâlet ederdi.
Bu mevkî, filo kumandanları arasında kaptân-ı deryadan sonra en yüksek makam olup, bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselenler olurdu. Daha sonra derya ocaklarının önemlerini kaybetmeleri ve İstanbul tersânesindeki kalyonlar kapudânının nüfuzunun artması üzerine, bu mevkî on yedinci asrın sonundan itibaren kapudâne-i hümâyûn rütbesinde olan, ümerâya verildi.
Kaptân-ı deryanın İstanbul’daki yardımcısı tersane kethüdası idi. Kethüdâlık uzun zaman ehemmiyetini muhafaza etti ve bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselen şahıslar oldu. Bu ünvân ilk defa sultan üçüncü Selim Han zamanında Umûr-ı bahriye ismini aldı. Sultan dördüncü Mustafa Han devrinde kethüdâlık yeniden ihdas edildi. Halîl Rifat Paşa’nın kaptân-ı deryalığı zamanında da tersane müdürlüğü şekline getirildi. Firârî Ahmed Fevzi Paşa’nın kaptân-ı deryalığı esnasında bahriye müsteşarlığına çevrildi.
Osmanlı Devleti’nin idâri ve askerî teşkilâtlarında olduğu gibi, kaptân-ı deryalık teşkilâtında da zaman zaman, ıslâhat yapıldı. Bu ıslâhat daha ziyâde teşkilâta âid olup, Kaptân-ı derya mevkii eski kânun ve an’aneleriyle devam etti. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında, Kara Mustafa Paşa’nın sadâreti sırasında başlayan ıslâhat hareketleri sonunda, bahriye teşkilâtı Tanzîmât’la köklü değişikliğe uğradı. 1863’de kaptân-ı deryalık ünvânı yerine, Umûr-ı bahriye nâzırlığı ünvânı getirildi.
11 Mart 1867 târihinde ise, kaptân-ı derya deniz kuvvetlerinin en yüksek amiralinin rütbesi olarak kabul edildi. Bahriye teşkilâtının idâri ve ve mülkî işleri ise, ayrı bir ünvân olan Bahriye nâzırının uhdesine verildi. Bu târihten itibaren bahriye nâzırları, eski kaptân-ı deryaların vazifesini yaptılar.
Sarayda harem dairesiyle dış dâireler arasında yer alan ve selâmlık dâiresi denilen kısım. Mâbeyn-i hümâyûn-u cenâb-ı mülûkâne adı da verilir. Hükümdarlar gündüzleri saraydan çıkmayacak olurlarsa burada ikâmet ederlerdi. Sarayın dışarısı ile her türlü muhâberât ve münâsebeti mâbeyn dairesince görülürdü.
Dört halîfe (radıyallahü anhüm) zamanında halktan bir kimse istediği zaman halîfe ile görüşebilirdi. Zamanla devlet büyüyünce, Emevîler devrinde hâcibler kullanıldı. Bunlar hükümdara halkın dilek ve isteklerini arz ederdi.
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşunda sadelik hüküm sürdüğü için, ilk pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merasime hacet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi neticesinde saray ve saray teşrifatı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kanunnâmeler çıkartıp teşrifat için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir. Bu duruma göre acele hâller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.
Pâdişâhla görüşebilmek için müracaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdasına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Han’dan itibaren silâhdarlâr aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzuruna girebilirdi.
Osmanlılarda ilk defa mâbeynci ünvânıyla me’mûr istihdamı sultan üçüncü Selim Han zamanında vâki oldu. Ondan sonra bu ünvân ile me’mûrlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyaretçiler mâbeyn dairesindeki odalarda beklerdi,
Mâbeyn vazifelileri şunlardı:
Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idare eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir tarifle Osmanlı sultânı ile hükümet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan me’murun ünvânı olup, bu vazife sahibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer me’mûrlara mâbeyn kâtibi denirdi.
Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezirler ile yüksek devlet me’mûriyetinde bulunanların yanında, Sa’îd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.
Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray me’murlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâtâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhadar, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhadar, sarıkçıbaşı, kahveci başı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.
Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.
Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve davetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray me’murudur.
Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.
Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgeneral rütbesindeki kumandanıdır. Mâbeyn müşiri: Sarayda pâdişâh maiyyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 3422) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 1243) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 3754) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-3, sh. 230
Osmanlı da Kaptan -ı Derya !...
Osmanlı Devleti bahriye (deniz kuvvetleri) teşkilâtının en büyük âmiri ve donanmanın baş kumandanına verilen ünvân. Buna Deryâ beyi veyaKaptan paşa da denirdi.
Kaptân-ı deryâ vezirlik rütbesini hâiz olup, teşrîfâtta (protokolde) vüzerâ-yı izam (büyük vezirler) arasında yer alırdı. Arz günlerinde Dîvân-ı hümâyûna gelir, derecesine göre vezirlerin yanında kubbe altında otururdu. Kaptân-ı deryanın elinde hâkimiyet alâmeti olarak sedefkârî âsâsı olup, tersanede onunla gezerdi. Bahriye ile ilgili Dîvân-ı hümâyûna gelen dâvalar kendisine havale olunur, dîvânda muayyen bir yerde oturup dâvalara bakar ve karar verirdi. Tersaneye geldiği zaman orada da dâva dinler ve dâva işi nereye âid ise oranın kâdısına buyruldu gönderir, lüzum hâsıl olursa dâvayı kâdıya da havale ederdi.
ahriye teşkilâtında büyük-küçük bütün tâyinlerden kaptân-ı derya mes’ûldü. Bâzı mühim işleri sadrâzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için, hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye vazifeli idi. Yâni pâdişâh nâmına ferman yazar, tuğra çekerdi. Derya kalemine âid tımar ve zeametlerin dağıtılması ve bahriye ile ilgili tâyinler kaptân-ı deryaya âiddi. Zeamet ve tımar kayıtlarının tashihi ile defterhânedeki esas kayıtlarda bir yanlışlığa meydan verilmemesi hususunda sadâret makamına telhis gönderirdi.
Pâdişâhın teftiş veya denize gemi inmesi münâsebetiyle, tersaneye gelişinde, sadrâzamın takdim ettiği ata binerek dolaşması sırasında, sadrâzam ve kaptân-ı deryanın sedefli âsâ ile önünde yürümeleri kânun îcâbındandı. Sadrâzamın da zaman zaman tersaneyi gezmek ve bahriye işlerini gözden geçirmek için gelişinde kaptân-ı derya iskele üzerinde karşılayıp, kendisinin taşıdığı sedef asasını sadrâzama verir, önüne düşüp, tersaneyi gezdirir ve işler hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunurdu.
Önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu olan kaptân-ı deryanın sırasıyla; kapudâne (oramiral), patrona (koramiral), riyale (tümamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kaptân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Osmanlı deniz kuvvetlerinin başı olan kaptân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Ege denizi, Marmara denizi, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi. Kaptân-ı derya bütün bu denizleri, buralara üslenmiş amiralleri vasıtasıyla idare ederdi.
Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman Cuma namazından sonra paşa kapısına gelip, Arz odasında sadrâzamla, sadrâzam seferde ise, sadâret kaymakamıyla görüşür, arzuya göre, iki haftada bir, sadâret kethüdasının odasına da uğrardı.
Kaptân-ı deryanın sefere giderken ve dönüşde, Yalı köşkünde pâdişâhın huzuruna kabulünde, Yalı köşkünün döşeme bahası olarak pâdişâh hazînesine yirmi bin kuruş para vermesi usûldendi. Kaptân-ı derya donanmayla sefere çıktığı vakit hukuk ve cezaya âid dâvaları dinler, îcâb edince hükm-i siyâseti (îdâm karârını) infaz ederdi. Donanmada bir de kâdı bulunur ve şer’î hükümleri o verirdi. Kaptân-ı deryanın maiyyetinde derya veya donanma tercümanı adıyla bir tercüman bulunurdu. Bu tercümanlar adalarla ilgili işleri yürütürlerdi.
Kaptân-ı deryaların kayıkları yedi çifte ve kadırga burunlu olmasına rağmen, öteki vezirlere âid kayıklar kanca burunlu idi. Veziriazam kayığının kıçı ise, yeşil çuha ile örtülürdü.
Kaptân-ı deryalığa tâyin edilen zât, Bâb-ı âli’ye davet olunup kendisine sadrâzam huzurunda kaptân-ı deryalığa tâyinine dâir ferman okunup, bunun arkasından kürk giydirilir ve sonra tersaneye gidip orada da merasim yapılırdı. Kaptân-ı deryaların tâyinlerinde, rütbelerine göre, top atılması ve paşa gemisi tâbir olunan gemiye bayrak çekilmesi, paşanın bindiği filikaya başlı-kıçlı bayrak asılması da usûldendi. Kaptân-ı deryaların bindiği gösterişli kadırgaya Kaptan paşa Baştardası adı verilirdi. Kaptan paşa Baştardasına târih içinde değişen renk ve biçimdeki Kaptan paşa Bayrağı denilen bayrak çekilirdi. Kaptân-ı deryaların tersanedeki İkâmetgâhlarına (Divanhâne) denilirdi. Pâdişâhlar herhangi bir suretle tersaneye geldikleri zaman bâzan burada otururlardı.
İlk zamanlar Gelibolu’da bulunan daha sonra Cezâyir’e nakledilen kaptân-ı deryalık merkezi eyâletine; kaptân-ı derya eyâleti, kaptan paşa eyâleti veya Cezâyir eyâleti denirdi. Osmanlı Devleti’nin hudutlarının genişlemesi nisbetinde genişletilen Kaptan paşa eyâleti; hâslı ve sâlyâneli (yıllıklı) olarak iki kısma ayrılmıştı. Bunlardan Gelibolu, Ağrıboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Karlıeli, Rodos, Biga ve Mezistre sancakları haslı; Sakız, Nakşe (Naksos), Mehdiye sancakları ise sâlyâneli yâni yıllıklı sancaklardı. Kaptan paşa eyâletine bağlı sancakbeylerine (Derya Beyleri) denilirdi.
Selçuklularda deniz kuvvetleri ile ilgili komutana Emîr-ül-bahr, Melik-üs-sevâhîl, Emîr-üs-sevâhil gibi adlar verilirdi. Kaptân-ı deryalık ünvânı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde derya beyi diye anıldı. İlk derya beyi olarak, Orhan Gâzi’nin cülûsunda (1324) bu görevde bulunan Kara Mürsel Bey’i göstermek mümkündür. Yıldırım Bâyezîd devrinde Sarıca Paşa, Çelebi Sultan Mehmed devrinde 1416’da vefât eden Çavlı Bey derya beyi idi. 1451’de Baltaoğlu Süleymân Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından kaptân-ı derya adıyla Osmanlı bahriyesinin başına getirildi. Bu târihten itibaren kaptân-ı derya ünvânı kullanılmaya başlandı
.1463’e kadar kaptân-ı deryaların rütbesi sancak beyi yâni tümamiral idi. Bu târihden başlayarak derya beylerbeyi (oramiral) rütbesi ile kaptân-ı derya oldular. Bununla beraber eskisi gibi, sancak beyi rütbesiyle kaptân-ı derya olanlar da oldu. Sultan İkinci Bâyezîd zamanında gerek Venedik, gerek Mısır muhârebeleri neticesinde deryâbeyliğinin vazîfe ve salâhiyetleri genişletilmeye başlandı.
Nihayet Yavuz Sultan Selim zamanında, o târihe kadar Gelibolu’da üslenen Osmanlı Bahriyesinin merkezi, 15 Mayıs 1516’da temelleri Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde atılan İstanbul tersanesine nakledildi.
Bu suretle kaptân-ı deryalık devlet merkezinde nüfuz ve te’sirini her gün biraz daha arttıran bir teşkîlât hâlini almaya başladı. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın 1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han’a tâbi olduğunu bildirmesi üzerine, Gelibolu sancak beyliği rütbesindeki kaptân-ı deryanın, rütbesinin yükseltilmesi zaruret hâlini aldı. Lütfi Paşa’nın sadâreti esnasında teşrifat (protokol) sırasında Budin eyâletinden sonra gelmek üzere Cezâyir eyâleti (Kaptan paşa eyâleti) kurularak, Anadolu beylerbeyliğinden Kocaeli, Suğla, Biga ve Rumeli beylerbeyliğinden Ağrıboz, İnebahtı, Mezistre, Karlıeli, Midilli sancakları alınarak yeni teşkil edilen eyâlete verildi. Kaptân-ı derya ünvânı, devletin deniz kuvvetlerinin amirali mukabilinde kabul edildi. O târihe kadar aynı mânâda kullanılan derya beyi ünvânı ise filo kumandanlığı derecesine indirildi.
İlk zamanlarda beylerbeyi rütbesinde ve teşrîfât derecesi Budin eyâletinden sonra gelen kaptân-ı derya, deniz zaferlerinin neticesi olarak Anadolu beylerbeyliğinden sonra gelmeye başladı. Zamanla bu da kâfi gelmeyerek vezirlik rütbesi verildi. Deniz kuvvetleri mensuplarının yükselebileceği en yüksek derece olan kaptân-ı derya, dîvân-ı hümâyûna girme hakkını elde ettikten sonra, dîvânın bir rüknü olarak ve taşıdığı rütbeye göre bir yerde oturarak, dîvân müzâkerelerine iştirak etti. Selâhiyeti dahilindeki şikâyetleri dinleyerek hükme bağladı. Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman kendisine Akdeniz’de Rodos beyi vekâlet ederdi.
Bu mevkî, filo kumandanları arasında kaptân-ı deryadan sonra en yüksek makam olup, bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselenler olurdu. Daha sonra derya ocaklarının önemlerini kaybetmeleri ve İstanbul tersânesindeki kalyonlar kapudânının nüfuzunun artması üzerine, bu mevkî on yedinci asrın sonundan itibaren kapudâne-i hümâyûn rütbesinde olan, ümerâya verildi.
Kaptân-ı deryanın İstanbul’daki yardımcısı tersane kethüdası idi. Kethüdâlık uzun zaman ehemmiyetini muhafaza etti ve bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselen şahıslar oldu. Bu ünvân ilk defa sultan üçüncü Selim Han zamanında Umûr-ı bahriye ismini aldı. Sultan dördüncü Mustafa Han devrinde kethüdâlık yeniden ihdas edildi. Halîl Rifat Paşa’nın kaptân-ı deryalığı zamanında da tersane müdürlüğü şekline getirildi. Firârî Ahmed Fevzi Paşa’nın kaptân-ı deryalığı esnasında bahriye müsteşarlığına çevrildi.
Osmanlı Devleti’nin idâri ve askerî teşkilâtlarında olduğu gibi, kaptân-ı deryalık teşkilâtında da zaman zaman, ıslâhat yapıldı. Bu ıslâhat daha ziyâde teşkilâta âid olup, Kaptân-ı derya mevkii eski kânun ve an’aneleriyle devam etti. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında, Kara Mustafa Paşa’nın sadâreti sırasında başlayan ıslâhat hareketleri sonunda, bahriye teşkilâtı Tanzîmât’la köklü değişikliğe uğradı. 1863’de kaptân-ı deryalık ünvânı yerine, Umûr-ı bahriye nâzırlığı ünvânı getirildi.
11 Mart 1867 târihinde ise, kaptân-ı derya deniz kuvvetlerinin en yüksek amiralinin rütbesi olarak kabul edildi. Bahriye teşkilâtının idâri ve ve mülkî işleri ise, ayrı bir ünvân olan Bahriye nâzırının uhdesine verildi. Bu târihten itibaren bahriye nâzırları, eski kaptân-ı deryaların vazifesini yaptılar.