Sümer Diyarında, M.Ö. 2600’de, Gılgamış Bir Efsane Oldu.
Ölümünden ancak yüz yıl sonra -Mısır krallarının kendi tanrısal yetkelerini yerleştirmeye çabaladıkları sırada- Sümer kralı Gılgamış efsanevi bir kahraman olmuştu. Devi öldürmüş, Gökyüzünün Boğası’nı saf dışı bırakmış, tanrıça İnanna’nın romantik girişimlerini geri çevirmiş ve ölümlülüğünün kokusunun güneş tanrısını bile şaşırttığı tanrılar bahçesine varmıştı. Gılgamış Destanı sayesinde (bildiğimiz en eski kahramanlık öyküsü), tarihsel Gılgamış kişiliği ölümünden 5000 yıl sonra bizlere kadar yankılanmıştır.
Edebi ve tarihsel Gılgamış arasındaki fark, Shakespeare’in Machbeth’iyle 1056 yılında kralını ve erkek yakınını katletmenin bedelini hayatıyla ödeyen Maormor Macbeda arasındakinden farklı değildir. Gerçek yaşam, muazzam, canlısından büyük bir öykü için tramplen görevi görür; adamın kendi çekirdeği yaşar, büyütülür, çarpıtılır, ama esas olarak doğru kalır. Machbeth’deki tarihsel yankıları ayırmak daha kolaydır. Bir kere, Maormor Macbeda’nın gerçek yaşamı, başka kaynaklarda anlatılmıştır. Ama destanın dışında, Gılgamış’ın yaşamı yalnızca birkaç yazıtta, Sümer kral listesinde ve bir ya da iki şiirde anlatılmıştır.
Elimizdeki kopyalar M.Ö. 2100 dolaylarından, Ur kralı bir katibi Gılgamış’ın maceralarını yazmakla görevlendirdiği zamandan kalmadır. Şulgi adındaki bir beyefendi olan kral, büyük kralın kaydını tutmak ister, çünkü Gılgamış’ın kendi atası olduğu iddiasındadır (ki bu da yüksek olasılıkla Şulgi’nin Gılgamış’la hiçbir ilgisi olmayan bir gaspçı olduğu anlamına gelir). Bu şiirler Gılgamış’ın yaşamına çok yakın zamanlardan kalmadır, bu nedenle ihtiyatlı bir şekilde de olsa, bunların tarihsel kralın eylemleri hakkında bazı olguları aktardığını söyleyebiliriz.
Gılgamış Destanı’nın Konuları
Destan da böyledir, ama bunları ayıklamak çok daha karmaşık bir iştir. Yerel kitapçınızda, Gılgamış Destanı’nı bir karıştırın, birbiriyle ilgili altı öykünün bir roman oluşturması gibi, bu destanın da birbiriyle bağlantılı altı öyküden oluştuğunu görürsünüz. İlk olarak, Gılgamış’ın tanrılar tarafından onu terbiye etmek için gönderilen canavarla dost olduğu “Enkidu’nun Öyküsü” gelir; ikinci olarak, Humbaba’yı yendiği ”Sedir Ormanına Yolculuk”; üçüncü olarak Gılgamış’ın tanrıça İnanna’yı kızdırdığı ve Enkidu’nun bundan zarar gördüğü ”Gökyüzünün Boğası”; dördüncü olarak Sümer Nuh figürü olan ve Büyük Tufandan beri orada yaşayan ölümsüz Utnapiştim’in ülkesine ulaştığı “Gılgamış’ın Yolculuğu”; beşinci olarak Utnapiştim tarafından Gılgamış’a anlatılan “Tufan’ın Öyküsü”; ve son olarak da Gılgamış’ın sonuçsuz bir ebedi yaşam -ya da geri getirilen gençlik- bulma girişiminde bulunduğu ve başarısız olduğu ”Gılgamış’ın Araştırması” gelir. Sonra, kısa bir sonsözde Gılgamış’ın ölümünden yakınılır.
Gılgamış’ın maceralarının bu açık, altı bölümlük versiyonu, biraz hayal kırıklığına uğratmanın ötesindedir. Destan birçok kez kil tabletlere kopyalanmıştır, bunlar da, kil tabletlerde hep olduğu gibi, parçalanmıştır. Eski Yakın Doğunun dört bir yanına dağılan parçalar, Sümerceden Asurcaya bir dizi dilde, M.Ö. 2100-612 döneminde yazılmıştır. Şulgi’nin kâtibinin zamanından kalma olan en eski Sümerce kopyalar, yalnızca ilk iki öyküyü ve sondaki yakınmayı içerir. Diğer dört öykünün evvelce de dizinin parçası olup arada kaybolduğunu mu yoksa sonradan mı eklendiğini bilmek olanaksızdır. İlk ikisinin yanında “Gökyüzünün Boğası” ve “Gılgamış’ın Yolculuğu” başlıklı üçüncü ve dördüncü öykünün bazı kısımları, M.Ö. 1800-1500 dolaylarında kil tabletlerde Akadçaya (Sümer kentleri geriledikçe nehir ovasını işgal eden halkın konuştuğu, Sümerceyi izleyen dil) çevrilmiş olarak bulunmuştur.
1e55be945001c2cf123253fe8ed2dce0.jpg
Asurlular Zamanında Gılgamış
M.Ö. 1000 yılında, dört öykü Akdeniz kıyısı boyunca ve Anadolu’ya dağılmış olarak bulunur. MÖ 2000’in çok önceninde çeşitli versiyonlar halinde var olan tufan öyküsü, beşinci öykü gibi, en azından Gılgamış’ın ölümünden bin yıl sonra Gılgamış’ın öyküsüne eklenlenmiştir; bu açıkça öykünün gerisinden bağımsızdır. (Utnapiştim Gılgamış’a “Otur da sana bir öykü anlatayım,” der ve sanki tekneden indiğinden beri bunu anlatma fırsatını pek bulamamış gibi, bir öykü anlatmaya koyulur.) “Gılgamış’ın Araştırması” adlı ve Gılgamış’ın yaşam bitkisini bulup yitirdiği öykü hakkında tek söyleyebileceğimiz, bunun destanın geri kalanına M.Ö. 626’da eklendiğidir.
Bu, altı öykülük destanın tamamının bulunduğu en eski kopyanın tarihidir. Kütüphaneci ruhuna sahip Asur kralı Asurbanipal’in kütüphanesinden gelir. Asurbanipal 668’de kral oldu. Otuz küsur yıl süren hükümdarlığı sırasında, Babil’i yıkmış, (Babil kralı olan) kendi kardeşini öldürmüş ve Asurbanipal’in başkenti Ninova’nın felakete uğrayacağını ısrarla öne süren bir Yahudi peygamberi olan Yunus’a kızmıştı. 626 yılında öldüğünde, Asurbanipal aynı zamanda dünyanın ilk gerçek kütüphanesinde yirmi iki bin kil tablet toplamıştı. Bu tabletlerin on ikisinde Gılgamış Destanı’nın aşağı yukarı şimdiki versiyonu bulunur.
Demek ki, yalnızca ilk iki öykü güvenilir bir şekilde Gılgamış’ın yaşadığı dönemin yakınlarına yerleştirilebilir. Gılgamış’ın muazzam enerjisinin halkında neden olduğu sıkıntılar, kuzeye, Sedir ormanına olan yolculuğu ve cenaze yakınması: Bunların, çarpıtılmış da olsalar, bazı tarihsel gerçekleri yansıttığı düşünülebilir. Dahası, bunlar ölümün hem bir yıkım hem de bir kurtuluş olarak geldiği, dünyanın ilk destanının tartışılmaz merkezi olarak işlev görür.
İlk öykü ”Enkidu’nun Öyküsü’nde, Uruk kralı halkına yüklenir, onlar da söylemeye başlar:
Gılgamış keyfi için savaş çağrısı yapıyor,
Küstahlığı sınır tanımıyor,
Ne gece ne de gündüz:
Bir kralın, halkının çobanı olması gerekirken
Oğulları babalarından ayırıyor.
Gılgamış ve Enkidu
Sümer diyarına tanrılar tarafından bahşedilen krallık, kentlerin hayatta kalmasına yardımcı olan güçlü yetke, tiranlığa doğru meyletmişti. Uruk halkı kurtuluş için tanrılara yakarıyordu. Buna yanıt olarak tanrılar kilden Enkidu isimli bir yaratık yaptılar ve onu Sümer diyarının ekilmemiş arazilerine gönderdiler. Enkidu,
Ne ekilmiş toprak bilirdi,
Ne uygar insanları ve yaşam tarzlarını.
Ne de Sümer kültürünün merkezi olan surlu kentlerden haberi vardı. Güçlü, tanrı gibi bir adamdı, ama ovalarda koşup duran, ot yiyip hayvanlarla yaşayan bir canavar gibi davranıyordu; aslında, kentlerde yaşayanlarla hiç anlaşamayan göçebelerin bir karikatürüydü.
Gılgamış bu yeni gelenin haberini aldığında, onu baştan çıkartıp terbiye etmesi için bir fahişe gönderdi. (Şiir bize, ”Kendini çırılçıplak etti,” der.) Bu hayli doğrudan strateji tarafından alt edilen Enkidu, altı gün yedi geceyi bedensel tatminle geçirir. Sonunda ayaklanıp hayvanlar arasındaki yaşamına geri dönmek istediğinde, hayvanlar ondan kaçar; o artık insan olmuştur.
Enkidu azalmıştı,
Güçsüzleşmişti ve vahşi yaratıklar ondan kaçtı;
Ama aynı zamanda genişlemişti,
Çünkü artık ona bilgelik gelmişti,
Artık onda bir insanın aklı vardı.
Artık bir insanın aklına sahip olduğu için, Enkidu yaşaması için doğru yer olan kente gitmeliydi. Fahişe onu ”Gılgamış’ın halkına vahşi bir boğa gibi efendilik ettiği, surları güçlü Uruk’a” götürmeyi önerdi.
Gılgamış’ın Enkidu İle Arkadaşlığı
Uruk’a vardıklarında, Gılgamış efendilik hakkını talep ederek bir düğünü rahatsız etmekteydi. Bu hakkını yıllardır rahatça kullanıyordu: Destanda, “Uruk kralı, doğumdan edindiği hakkıyla,” diyordu, ”gelinle ilk olarak kendisi beraber olmak istiyordu.” Gücün istismar edilmesi karşısında kızan Enkidu, gelinin yatak odasına giderken önüne çıktı. İkisi güreştiler, başa baş bir güreşti, Gılgamış’ın hiç yaşamadığı kadar başa baş. Ve her ne kadar kral kazanmış olsa da, Enkidu’nun gücünden o kadar etkilendi ki, ikisi bir arkadaşlık yemini ettiler. Bu Gılgamış’ın tiranlık güdüsünü yatıştırdı. Uruk halkı derin bir nefes aldı, çünkü sokaklarına barış gelmişti.
Güreş maçı, tabii ki, yalnızca bir güreş maçı değildi. Tüm bu öyküye işlenmiş olan, Sümerlerin krallık üzerine tereddütlerini yansıtır. Krallık insanın yaşaması için tanrıların verdiği armağandır; kralların adalet getirecekleri, güçlünün zayıfı fakirliğe ve açlığa sürüklemesini önleyecekleri varsayılır. Belli ki, adaleti uygulayacak kralın iradesini dayatacak kadar kuvvetli olması gerekliydi.
DjpfBo7W4AURw-K-816x1024.jpg
Ama bu güç tehlikeliydi de, zulme neden olabilirdi. Ve bu olduğunda, Sümer kentinin dokusu bozulmaya başlardı. Uruk’ta, kral yasaydı ve eğer kralın kendisi yozlaşırsa, yasanın doğası bozulmuş olurdu. Bu, dolaylı yaklaşılmayı gerektirecek kadar korkutucuydu. Gılgamış kendi kendisiyle değil, duvarların dışından bir yaratıkla dövüşüyordu. Gelinin kapısının önündeki güreş maçı uygarlaşmamış bir ayna görüntüsüne karşı oluyordu; ne de olsa, Enkidu,
Onun gibi, onun görüntüsünde,
İkinci bir benlik gibi, fırtınalı yüreğinin eşiti olarak
Yaratılmıştı.
Bırakın dövüşsünler,
Ve kenti rahat bıraksınlar.
Gılgamış’ın Dev İle Mücadelesi
Gılgamış’ın sedir ormanına yolculuğu da bundan pek farklı değildir. Gılgamış gene kendi arzuları peşinde körlemesine dalma eğilimindedir.
Devi yeneceğim,
Ünümü ebediyete kadar sürdüreceğim.
Bunu Uruk’un ihtiyarlar konseyine söyler. Onlar da onun hırslarını dizginlemeye çalışırlar:
Gılgamış, gençsin.
Yüreğin seni sürüklüyor.
Dev, ölümlü insanlara benzemez.
Ama Gılgamış’ın ısrarı karşısında ihtiyarlar geri çekilir. Gılgamış ve Enkidu devle dövüşmeye giderler, ihtiyarlar Enkidu’yu kralı korumakla görevlendirmişlerdir.
Gılgamışn’ın kuzeye yolculuğu şöhret arzusundan kaynaklanır, halkını savaşa sürmesine neden olan aynı tutku. Ama bir kez daha, Uruk’un barışını tehdit eden tehlike bir dış güç olarak gösterilir. Kötülük kralın ruhunda değil, kuzeydeki ormanlarda dolaşmaktadır.
Orada bir diğer tehlike daha dolaşmaktadır. En eski öyküde, Gılgamış ölümden rahatsız olmuştur. Yola çıkmadan önce kendi ölümlülüğünü düşünür. Kaçınılmazı kabullenmiş gibidir:
image-20170321-5408-1ec8fta-680x1024.jpg
Gökyüzüne kim çıkar?
Yalnızca tanrılar sonsuza kadar yaşar.
İnsanın günleri sayılıdır.
Ama yenilsem bile şöhret kazanacağım,
Şöhret ebediyen kalır..
Ama savaşta ölme olasılığı aklında gelişir. Dev Humbaba’yla dövüşmeye giderken üç kez rüya görür, her birinde haykırarak uyanır, “Bir tanrı geçti, tenim ürperdi!” Üçüncü rüya, en korkutucu olandır:
Gün ışığı sustu, karanlık kabardı,
Yıldırım çarptı, yangın çıktı,
Ölüm yağdı.
Geri dönecek kadar korkuya kapılır, ama Enkidu onu devam etmeye ikna eder. Sonra, Humbaba’yla savaşın arifesinde, Gılgamış o kadar derin bir uykuya dalar ki, Enkidu onu dövüş için ucu ucuna uyandırır.
Ölümsüzlük Arayışı
Kehanetlere karşın, ölüm savuşturulur. Öykünün sonunda, Uruk güvendedir ve Dev ölü yatmaktadır. Ama Gılgamış’ın günlerinin sayılı olduğunu kabullenmesi ve ölümlülüğünün neden olduğu korkular, Destan’ı daha sonra şekillendiren çekirdek olur. Anlamlar her nerede bir öyküye dönüşse, hep bir ölüme gitme düşüncesi ve giderek artan bir bunu atlatma kararlılığı gösterir. Gılgamış, tanrıların bahçesine, düşen Enkidu’yu bir şekilde ölümden döndürebileceği umuduyla gider; ölümsüzlüğün nedenlerini ararken, tufan öyküsünü duyar; ölümü önlemese bile geciktirecek olan gençlik bitkisini bulmayı başarır, ama sonra bir su yılanının bunu ele geçirmesine izin verir. Ölümden kurtulma mücadelesinde, planlar kurar, yolculuk eder, yalvarır, arar; ama hiç başarılı olamaz.
Sümerler açısından, bunun iyi bir şey olduğu ortaya çıkar. Destanı sonlandıran cenaze yakarışları ilk günlerden beri öykünün bir parçasıdır. Asurbanipal’in kopyasında bu yoktur; anlaşılan, Asurlular bunun kesinliğini çok sarsıcı, öncesinde gelen ölümsüzlük araştırmalarıyla çok benzersiz bulmuştur. Ama yakarış Sümerlerin krallık hakkındaki endişelerini, buna başka yerlerde olduğundan çok daha doğrudan yaklaşan bir tek mısralar dizisiyle toparlar.
Sana krallık bahşedildi,
Sonsuz yaşam senin kaderin değildi,
Birleştirip ayıracak gücün vardı,
Halka üstünlüğünü,
Savaşta zaferi.
Ama bu gücü kötüye kullanma.
Saraydaki hizmetkârlarına adil davran.
Kral kendini aşağıya bıraktı,
Dağlara gitti;
Geri dönmeyecek.
Ne eli ne de ayağı olmayan,
Su içmeyen et yemeyen düşman,
Düşman ona yüklendi.
Sümer diyarında, ölümünden şaşırtıcı ölçüde kısa bir süre sonra, Gılgamış bir tanrı gibi görülmeye başladı. Ama onun, anlaşıldığı kadarıyla kenti adına harcadığı muazzam çabalar sayesinde kazandığı tanrılığı (ne de olsa, kentleri koruma, büyütme görevi hem kralın hem de tanrınındır), gene de ölümle sınırlıydı. Daha sonraki Norveç mitolojisindeki Baldar gibi, Gılgamış da tanrısaldı, ama bu bir şekilde ölümsüzlükle bitişik değildi.
Aslında, Gılgamış’ın muazzam enerjisi, ölümü daha da yaşamsal kılıyordu. Kötü olarak kalmış olsa bile onun gücü, sonunda bitecekti. Sümerlerin en güçlü kralı bile ölür. Eli ve ayağı olmayan düşman, bu hem halkının yanında hem de karşısında yer alabilen korkutucu gücü sınırlar. Dünyanın ilk efsanesinde, Sümer diyarında olduğu gibi, kral Gılgamış da karşısına çıkan her rakibi gücüyle, sabrıyla ya da ikna gücüyle yendi, sonuncusu dışında.
Kaynakça:
Antik Dünya – Susan Wise Bauer.
Ölümünden ancak yüz yıl sonra -Mısır krallarının kendi tanrısal yetkelerini yerleştirmeye çabaladıkları sırada- Sümer kralı Gılgamış efsanevi bir kahraman olmuştu. Devi öldürmüş, Gökyüzünün Boğası’nı saf dışı bırakmış, tanrıça İnanna’nın romantik girişimlerini geri çevirmiş ve ölümlülüğünün kokusunun güneş tanrısını bile şaşırttığı tanrılar bahçesine varmıştı. Gılgamış Destanı sayesinde (bildiğimiz en eski kahramanlık öyküsü), tarihsel Gılgamış kişiliği ölümünden 5000 yıl sonra bizlere kadar yankılanmıştır.
Edebi ve tarihsel Gılgamış arasındaki fark, Shakespeare’in Machbeth’iyle 1056 yılında kralını ve erkek yakınını katletmenin bedelini hayatıyla ödeyen Maormor Macbeda arasındakinden farklı değildir. Gerçek yaşam, muazzam, canlısından büyük bir öykü için tramplen görevi görür; adamın kendi çekirdeği yaşar, büyütülür, çarpıtılır, ama esas olarak doğru kalır. Machbeth’deki tarihsel yankıları ayırmak daha kolaydır. Bir kere, Maormor Macbeda’nın gerçek yaşamı, başka kaynaklarda anlatılmıştır. Ama destanın dışında, Gılgamış’ın yaşamı yalnızca birkaç yazıtta, Sümer kral listesinde ve bir ya da iki şiirde anlatılmıştır.
Elimizdeki kopyalar M.Ö. 2100 dolaylarından, Ur kralı bir katibi Gılgamış’ın maceralarını yazmakla görevlendirdiği zamandan kalmadır. Şulgi adındaki bir beyefendi olan kral, büyük kralın kaydını tutmak ister, çünkü Gılgamış’ın kendi atası olduğu iddiasındadır (ki bu da yüksek olasılıkla Şulgi’nin Gılgamış’la hiçbir ilgisi olmayan bir gaspçı olduğu anlamına gelir). Bu şiirler Gılgamış’ın yaşamına çok yakın zamanlardan kalmadır, bu nedenle ihtiyatlı bir şekilde de olsa, bunların tarihsel kralın eylemleri hakkında bazı olguları aktardığını söyleyebiliriz.
Gılgamış Destanı’nın Konuları
Destan da böyledir, ama bunları ayıklamak çok daha karmaşık bir iştir. Yerel kitapçınızda, Gılgamış Destanı’nı bir karıştırın, birbiriyle ilgili altı öykünün bir roman oluşturması gibi, bu destanın da birbiriyle bağlantılı altı öyküden oluştuğunu görürsünüz. İlk olarak, Gılgamış’ın tanrılar tarafından onu terbiye etmek için gönderilen canavarla dost olduğu “Enkidu’nun Öyküsü” gelir; ikinci olarak, Humbaba’yı yendiği ”Sedir Ormanına Yolculuk”; üçüncü olarak Gılgamış’ın tanrıça İnanna’yı kızdırdığı ve Enkidu’nun bundan zarar gördüğü ”Gökyüzünün Boğası”; dördüncü olarak Sümer Nuh figürü olan ve Büyük Tufandan beri orada yaşayan ölümsüz Utnapiştim’in ülkesine ulaştığı “Gılgamış’ın Yolculuğu”; beşinci olarak Utnapiştim tarafından Gılgamış’a anlatılan “Tufan’ın Öyküsü”; ve son olarak da Gılgamış’ın sonuçsuz bir ebedi yaşam -ya da geri getirilen gençlik- bulma girişiminde bulunduğu ve başarısız olduğu ”Gılgamış’ın Araştırması” gelir. Sonra, kısa bir sonsözde Gılgamış’ın ölümünden yakınılır.
Gılgamış’ın maceralarının bu açık, altı bölümlük versiyonu, biraz hayal kırıklığına uğratmanın ötesindedir. Destan birçok kez kil tabletlere kopyalanmıştır, bunlar da, kil tabletlerde hep olduğu gibi, parçalanmıştır. Eski Yakın Doğunun dört bir yanına dağılan parçalar, Sümerceden Asurcaya bir dizi dilde, M.Ö. 2100-612 döneminde yazılmıştır. Şulgi’nin kâtibinin zamanından kalma olan en eski Sümerce kopyalar, yalnızca ilk iki öyküyü ve sondaki yakınmayı içerir. Diğer dört öykünün evvelce de dizinin parçası olup arada kaybolduğunu mu yoksa sonradan mı eklendiğini bilmek olanaksızdır. İlk ikisinin yanında “Gökyüzünün Boğası” ve “Gılgamış’ın Yolculuğu” başlıklı üçüncü ve dördüncü öykünün bazı kısımları, M.Ö. 1800-1500 dolaylarında kil tabletlerde Akadçaya (Sümer kentleri geriledikçe nehir ovasını işgal eden halkın konuştuğu, Sümerceyi izleyen dil) çevrilmiş olarak bulunmuştur.
1e55be945001c2cf123253fe8ed2dce0.jpg
Asurlular Zamanında Gılgamış
M.Ö. 1000 yılında, dört öykü Akdeniz kıyısı boyunca ve Anadolu’ya dağılmış olarak bulunur. MÖ 2000’in çok önceninde çeşitli versiyonlar halinde var olan tufan öyküsü, beşinci öykü gibi, en azından Gılgamış’ın ölümünden bin yıl sonra Gılgamış’ın öyküsüne eklenlenmiştir; bu açıkça öykünün gerisinden bağımsızdır. (Utnapiştim Gılgamış’a “Otur da sana bir öykü anlatayım,” der ve sanki tekneden indiğinden beri bunu anlatma fırsatını pek bulamamış gibi, bir öykü anlatmaya koyulur.) “Gılgamış’ın Araştırması” adlı ve Gılgamış’ın yaşam bitkisini bulup yitirdiği öykü hakkında tek söyleyebileceğimiz, bunun destanın geri kalanına M.Ö. 626’da eklendiğidir.
Bu, altı öykülük destanın tamamının bulunduğu en eski kopyanın tarihidir. Kütüphaneci ruhuna sahip Asur kralı Asurbanipal’in kütüphanesinden gelir. Asurbanipal 668’de kral oldu. Otuz küsur yıl süren hükümdarlığı sırasında, Babil’i yıkmış, (Babil kralı olan) kendi kardeşini öldürmüş ve Asurbanipal’in başkenti Ninova’nın felakete uğrayacağını ısrarla öne süren bir Yahudi peygamberi olan Yunus’a kızmıştı. 626 yılında öldüğünde, Asurbanipal aynı zamanda dünyanın ilk gerçek kütüphanesinde yirmi iki bin kil tablet toplamıştı. Bu tabletlerin on ikisinde Gılgamış Destanı’nın aşağı yukarı şimdiki versiyonu bulunur.
Demek ki, yalnızca ilk iki öykü güvenilir bir şekilde Gılgamış’ın yaşadığı dönemin yakınlarına yerleştirilebilir. Gılgamış’ın muazzam enerjisinin halkında neden olduğu sıkıntılar, kuzeye, Sedir ormanına olan yolculuğu ve cenaze yakınması: Bunların, çarpıtılmış da olsalar, bazı tarihsel gerçekleri yansıttığı düşünülebilir. Dahası, bunlar ölümün hem bir yıkım hem de bir kurtuluş olarak geldiği, dünyanın ilk destanının tartışılmaz merkezi olarak işlev görür.
İlk öykü ”Enkidu’nun Öyküsü’nde, Uruk kralı halkına yüklenir, onlar da söylemeye başlar:
Gılgamış keyfi için savaş çağrısı yapıyor,
Küstahlığı sınır tanımıyor,
Ne gece ne de gündüz:
Bir kralın, halkının çobanı olması gerekirken
Oğulları babalarından ayırıyor.
Gılgamış ve Enkidu
Sümer diyarına tanrılar tarafından bahşedilen krallık, kentlerin hayatta kalmasına yardımcı olan güçlü yetke, tiranlığa doğru meyletmişti. Uruk halkı kurtuluş için tanrılara yakarıyordu. Buna yanıt olarak tanrılar kilden Enkidu isimli bir yaratık yaptılar ve onu Sümer diyarının ekilmemiş arazilerine gönderdiler. Enkidu,
Ne ekilmiş toprak bilirdi,
Ne uygar insanları ve yaşam tarzlarını.
Ne de Sümer kültürünün merkezi olan surlu kentlerden haberi vardı. Güçlü, tanrı gibi bir adamdı, ama ovalarda koşup duran, ot yiyip hayvanlarla yaşayan bir canavar gibi davranıyordu; aslında, kentlerde yaşayanlarla hiç anlaşamayan göçebelerin bir karikatürüydü.
Gılgamış bu yeni gelenin haberini aldığında, onu baştan çıkartıp terbiye etmesi için bir fahişe gönderdi. (Şiir bize, ”Kendini çırılçıplak etti,” der.) Bu hayli doğrudan strateji tarafından alt edilen Enkidu, altı gün yedi geceyi bedensel tatminle geçirir. Sonunda ayaklanıp hayvanlar arasındaki yaşamına geri dönmek istediğinde, hayvanlar ondan kaçar; o artık insan olmuştur.
Enkidu azalmıştı,
Güçsüzleşmişti ve vahşi yaratıklar ondan kaçtı;
Ama aynı zamanda genişlemişti,
Çünkü artık ona bilgelik gelmişti,
Artık onda bir insanın aklı vardı.
Artık bir insanın aklına sahip olduğu için, Enkidu yaşaması için doğru yer olan kente gitmeliydi. Fahişe onu ”Gılgamış’ın halkına vahşi bir boğa gibi efendilik ettiği, surları güçlü Uruk’a” götürmeyi önerdi.
Gılgamış’ın Enkidu İle Arkadaşlığı
Uruk’a vardıklarında, Gılgamış efendilik hakkını talep ederek bir düğünü rahatsız etmekteydi. Bu hakkını yıllardır rahatça kullanıyordu: Destanda, “Uruk kralı, doğumdan edindiği hakkıyla,” diyordu, ”gelinle ilk olarak kendisi beraber olmak istiyordu.” Gücün istismar edilmesi karşısında kızan Enkidu, gelinin yatak odasına giderken önüne çıktı. İkisi güreştiler, başa baş bir güreşti, Gılgamış’ın hiç yaşamadığı kadar başa baş. Ve her ne kadar kral kazanmış olsa da, Enkidu’nun gücünden o kadar etkilendi ki, ikisi bir arkadaşlık yemini ettiler. Bu Gılgamış’ın tiranlık güdüsünü yatıştırdı. Uruk halkı derin bir nefes aldı, çünkü sokaklarına barış gelmişti.
Güreş maçı, tabii ki, yalnızca bir güreş maçı değildi. Tüm bu öyküye işlenmiş olan, Sümerlerin krallık üzerine tereddütlerini yansıtır. Krallık insanın yaşaması için tanrıların verdiği armağandır; kralların adalet getirecekleri, güçlünün zayıfı fakirliğe ve açlığa sürüklemesini önleyecekleri varsayılır. Belli ki, adaleti uygulayacak kralın iradesini dayatacak kadar kuvvetli olması gerekliydi.
DjpfBo7W4AURw-K-816x1024.jpg
Ama bu güç tehlikeliydi de, zulme neden olabilirdi. Ve bu olduğunda, Sümer kentinin dokusu bozulmaya başlardı. Uruk’ta, kral yasaydı ve eğer kralın kendisi yozlaşırsa, yasanın doğası bozulmuş olurdu. Bu, dolaylı yaklaşılmayı gerektirecek kadar korkutucuydu. Gılgamış kendi kendisiyle değil, duvarların dışından bir yaratıkla dövüşüyordu. Gelinin kapısının önündeki güreş maçı uygarlaşmamış bir ayna görüntüsüne karşı oluyordu; ne de olsa, Enkidu,
Onun gibi, onun görüntüsünde,
İkinci bir benlik gibi, fırtınalı yüreğinin eşiti olarak
Yaratılmıştı.
Bırakın dövüşsünler,
Ve kenti rahat bıraksınlar.
Gılgamış’ın Dev İle Mücadelesi
Gılgamış’ın sedir ormanına yolculuğu da bundan pek farklı değildir. Gılgamış gene kendi arzuları peşinde körlemesine dalma eğilimindedir.
Devi yeneceğim,
Ünümü ebediyete kadar sürdüreceğim.
Bunu Uruk’un ihtiyarlar konseyine söyler. Onlar da onun hırslarını dizginlemeye çalışırlar:
Gılgamış, gençsin.
Yüreğin seni sürüklüyor.
Dev, ölümlü insanlara benzemez.
Ama Gılgamış’ın ısrarı karşısında ihtiyarlar geri çekilir. Gılgamış ve Enkidu devle dövüşmeye giderler, ihtiyarlar Enkidu’yu kralı korumakla görevlendirmişlerdir.
Gılgamışn’ın kuzeye yolculuğu şöhret arzusundan kaynaklanır, halkını savaşa sürmesine neden olan aynı tutku. Ama bir kez daha, Uruk’un barışını tehdit eden tehlike bir dış güç olarak gösterilir. Kötülük kralın ruhunda değil, kuzeydeki ormanlarda dolaşmaktadır.
Orada bir diğer tehlike daha dolaşmaktadır. En eski öyküde, Gılgamış ölümden rahatsız olmuştur. Yola çıkmadan önce kendi ölümlülüğünü düşünür. Kaçınılmazı kabullenmiş gibidir:
image-20170321-5408-1ec8fta-680x1024.jpg
Gökyüzüne kim çıkar?
Yalnızca tanrılar sonsuza kadar yaşar.
İnsanın günleri sayılıdır.
Ama yenilsem bile şöhret kazanacağım,
Şöhret ebediyen kalır..
Ama savaşta ölme olasılığı aklında gelişir. Dev Humbaba’yla dövüşmeye giderken üç kez rüya görür, her birinde haykırarak uyanır, “Bir tanrı geçti, tenim ürperdi!” Üçüncü rüya, en korkutucu olandır:
Gün ışığı sustu, karanlık kabardı,
Yıldırım çarptı, yangın çıktı,
Ölüm yağdı.
Geri dönecek kadar korkuya kapılır, ama Enkidu onu devam etmeye ikna eder. Sonra, Humbaba’yla savaşın arifesinde, Gılgamış o kadar derin bir uykuya dalar ki, Enkidu onu dövüş için ucu ucuna uyandırır.
Ölümsüzlük Arayışı
Kehanetlere karşın, ölüm savuşturulur. Öykünün sonunda, Uruk güvendedir ve Dev ölü yatmaktadır. Ama Gılgamış’ın günlerinin sayılı olduğunu kabullenmesi ve ölümlülüğünün neden olduğu korkular, Destan’ı daha sonra şekillendiren çekirdek olur. Anlamlar her nerede bir öyküye dönüşse, hep bir ölüme gitme düşüncesi ve giderek artan bir bunu atlatma kararlılığı gösterir. Gılgamış, tanrıların bahçesine, düşen Enkidu’yu bir şekilde ölümden döndürebileceği umuduyla gider; ölümsüzlüğün nedenlerini ararken, tufan öyküsünü duyar; ölümü önlemese bile geciktirecek olan gençlik bitkisini bulmayı başarır, ama sonra bir su yılanının bunu ele geçirmesine izin verir. Ölümden kurtulma mücadelesinde, planlar kurar, yolculuk eder, yalvarır, arar; ama hiç başarılı olamaz.
Sümerler açısından, bunun iyi bir şey olduğu ortaya çıkar. Destanı sonlandıran cenaze yakarışları ilk günlerden beri öykünün bir parçasıdır. Asurbanipal’in kopyasında bu yoktur; anlaşılan, Asurlular bunun kesinliğini çok sarsıcı, öncesinde gelen ölümsüzlük araştırmalarıyla çok benzersiz bulmuştur. Ama yakarış Sümerlerin krallık hakkındaki endişelerini, buna başka yerlerde olduğundan çok daha doğrudan yaklaşan bir tek mısralar dizisiyle toparlar.
Sana krallık bahşedildi,
Sonsuz yaşam senin kaderin değildi,
Birleştirip ayıracak gücün vardı,
Halka üstünlüğünü,
Savaşta zaferi.
Ama bu gücü kötüye kullanma.
Saraydaki hizmetkârlarına adil davran.
Kral kendini aşağıya bıraktı,
Dağlara gitti;
Geri dönmeyecek.
Ne eli ne de ayağı olmayan,
Su içmeyen et yemeyen düşman,
Düşman ona yüklendi.
Sümer diyarında, ölümünden şaşırtıcı ölçüde kısa bir süre sonra, Gılgamış bir tanrı gibi görülmeye başladı. Ama onun, anlaşıldığı kadarıyla kenti adına harcadığı muazzam çabalar sayesinde kazandığı tanrılığı (ne de olsa, kentleri koruma, büyütme görevi hem kralın hem de tanrınındır), gene de ölümle sınırlıydı. Daha sonraki Norveç mitolojisindeki Baldar gibi, Gılgamış da tanrısaldı, ama bu bir şekilde ölümsüzlükle bitişik değildi.
Aslında, Gılgamış’ın muazzam enerjisi, ölümü daha da yaşamsal kılıyordu. Kötü olarak kalmış olsa bile onun gücü, sonunda bitecekti. Sümerlerin en güçlü kralı bile ölür. Eli ve ayağı olmayan düşman, bu hem halkının yanında hem de karşısında yer alabilen korkutucu gücü sınırlar. Dünyanın ilk efsanesinde, Sümer diyarında olduğu gibi, kral Gılgamış da karşısına çıkan her rakibi gücüyle, sabrıyla ya da ikna gücüyle yendi, sonuncusu dışında.
Kaynakça:
Antik Dünya – Susan Wise Bauer.